Son zamanlarda bildiri kitapları dışında bir sahada mesleki konularda daha rahat bir tarzla yazı yazma isteği kendini iyiden iyiye hissettirmişken Eser Doktoru adı ile oluşturulan bu dinamik platforma davet edilmem sayesinde düşüncelerimi, araştırma ve uygulama çalışmalarımı meslektaşlarımla paylaşabileceğim ortamı bulmaktan dolayı büyük mutluluk duydum. Bu vesileyle öncelikle Eser Doktoru paylaşım platformunu kuran ve gelişmesi için büyük emek veren genç kardeşlerimi bu özverili girişimlerinden ötürü tebrik eder, yaşamın temposu içinde soluklanma fırsatı bulacağım yazarlık teklifleri için de ayrıca teşekkür ederim. Kamu personeli olmamın vermiş olduğu kurumsal kimlikle ve bir devlet memuruna tanınan sınırlar dâhilinde kalarak ancak camiamızın her açıdan daha iyi şartlara kavuşması için konuşulması, tartışılması ve yapılması gerekenleri irdeleyerek bu sayfada yazılar yayınlamaya gayret göstereceğim. Makale yazarlarının okuyuculara bilgi verme, farkındalık oluşturma, yorum ve değerlendirme yapma gibi görevlerini yerine getirmek için hazırlanan yazıların özgünlük ve özen prensibiyle ele alınması gerektiğini savunduğumdan köşemdeki makalelerin belki sık aralıklarla değil ama belirli bir sırayı takip eden yazı dizisi şeklinde sunulmasını daha olumlu bulmaktayım. Bu ilk yazım ile site takipçilerine merhaba derken pek çok kişinin duyduğunda benim gibi şaşırdığını düşündüğüm Eser Doktoru adıyla ilgili görüşlerimi paylaşarak başlamak istiyorum.
Öğrencilik yıllarında “mezun olunca ne olacaksın?” sorusunu yönelten aile büyüklerinin ya da camiamız dışındaki kişilerin yaptığımız işi kolay anlamalarını sağlamak amacıyla uzun lafın kısası şeklinde söylediğimiz “Tarihi Eser Doktoru” tanımını kullanmayalı hatta neredeyse duymayalı çok uzun zaman olmuştu. Şu günlerde kafalar mesleki tanımlamalarla öylesine karışık ki, kimi kendisini restoratör, kimi konservatör, kimi restoratör-konservatör, kimi mimar restoratör, kimi restorasyon teknikeri, kimi eser korumacı, kimi ise sadece korumacı olarak tanıtırken bu kadar kimlik karışıklığının arasında “ben eser doktoruyum” diyerek arkeolojik kazıya ya da şantiyeye giden bir arkadaşımıza ekibin nasıl bakacağını görür gibiyim. Yine de restoran ve konservatuar gibi yanlış anlaşılmalara yol açmadan ne iş yaptığımız ile ilgili fikir vermesi açısından en kestirme yol olarak kullanılabilecek bu tabiri mesleki tanımlamadan uzak tutmakta fayda var. Malumunuz ülkemizde koruma-onarım alanında eğitim 2 ve 4 yıllık okullar ile lisansüstü programlar bünyesinde verilmekte. Bu nedenle de mesleki tanımda karışıklığa yol açan çok çeşitli bakış açıları oluşmuş durumda. Bazı bölümlerin öğrencilerine empoze ettikleri Eser Doktoru tanımının böyle bir ortamda nerede değerlendirilip, kimlere söyleneceği yönünde derinlemesine düşünüldüğünde tam bir karşılığını görmek oldukça zor.
Konuyu biraz irdeleyecek olursak şuan 2 yıllık okulların çoğunluğuna yakınında ilgili bölümler Mimari Restorasyon, bir kısmı ise Eser Koruma adını aldıysa da yakın zamana kadar başta Yıldız, Başkent, Bergama, İznik, Yalvaç, Kütahya ve Edirne meslek yüksekokullarının Restorasyon bölümlerinde okuyan arkadaşlarımız restorasyon-konservasyon teknikeri olarak mezun oldular ve restoratör-konservatör unvanını kullandılar. Kültürel mirasın olduğu sahalarda genel olarak mimari eser çalıştıklarında restoratör, küçük buluntu çalıştıklarında ise konservatör kimlikleriyle ön plana çıktılar. Buraya kadar kimsenin bir itirazı olamazdı, çünkü mesleği restorasyon ve konservasyon uygulaması yapmak olmayan arkeolog, sanat tarihçisi, kimyager ya da kimya mühendisi ve hatta vasıfsız işçi müdahalesindense eserlerin bu işin eğitimini almış kişilerce ele alınması, olması gereken bir durumdu ve doğru ekipler içinde yer bulabildiler. Ancak bu ekiplerde her zaman kendilerinin üstünde, restorasyon ve konservasyon uygulamalarından sorumlu tutulan şantiye şefi mimar, kazı başkanı arkeolog, müzeci ya da devletin tayin ettiği kontrolör veya kimya mühendisi direktifinde çalıştılar. Bu durumun istisnai örnekler haricinde genel olarak böyle devam ettiğini söyleyebiliriz. Koruma-onarım disiplini ile ilişkili bu ve benzeri üst akıl rolünü üstlenmiş görevlilerle birlikte koruma politikası geliştirecek, bütüncül koruma yaklaşımıyla sorumluluğu üstlenecek ve ilgili bilim dallarıyla aynı masaya oturabilecek, imza ve yaptırım yetkisine sahip, Venedik Tüzüğü’nde de belirtildiği gibi çalışılan her işin yayınını hazırlayabilen koruma tabanlı bir formasyona ihtiyaç vardı. Mühendis-tekniker ilişkisinde olduğu gibi bu pozisyonda ihtiyacı duyulan boşluğu İstanbul Üniversitesi’nde lisans düzeyinde ilk defa kurulan Taşınabilir Kültür Varlıklarını Koruma ve Onarım Bölümü ve sonrasında açılan Kültür Varlıklarını Koruma ve Onarım Bölümleri doldurabilirdi. Ancak gerekli altyapıya sahip olunmadığından mezunların iki yıllık bir bölümü dört yılda bitirdikleri izlenimiyle restoratör-konservatör unvanı taşımaları sonucunda aynı sahada aynı işleri yapmalarıyla ve hatta aynı kadrolara atanıyor olmalarıyla hem iki yıllık teknikerler hem de dört yıllık lisans eğitimi alanlar büyük haksızlığa uğratıldı. Hatta bu nedenle bugün çeşitli platformlarda birbirine küstürülmüş bir halde münakaşa ettiklerini üzülerek izliyoruz. “Dört ikiden iyidir” gibi yanıltıcı bir bakış açısı ile konuya bakıldığında bu iki eğitim programının birbiriyle bağlantılı ama odak ve faaliyet alanı açısından başlı başına bölümler oldukları ders müfredatları göz ardı edilerek unutuluyor demektir. Uçak mühendisi uçağın tasarlanması, aerodinamik yapısının düzeltilmesi gibi konularla ilgilenirken uçak teknisyeni bakım ve revizyon işlerine bakmakta olduğundan birbirlerinin yerini almaları beklenmediğinden “mühendis teknisyenden iyidir” gibi bir karşılaştırma olamayacağından sadece işinde kötü mühendis ya da iyi teknisyen şeklinde spesifik tanımlamaya gidilebilmektedir.
Bizim tarafımızdan bakıldığında diplomada ve camiada lisans mezunlarının “korumacı”, lisansüstü mezunlarının ise “koruma uzmanı” olarak tanımlanması yukarıda sıralanan nedenlerden dolayı pek çok açıdan daha yararlı olacaktı. Bu tanımla korumacının işi başlı başına tarihi eser koruma olacağından bunu yaparken restorasyon ve konservasyondan yararlanabileceği gibi mevzuatların düzenlenmesi, eserlerin belge değerinin ve koruma gereğinin vurgulanması, kamuoyunun bilinçlendirilmesi ve ilgili bilimlerle yeni yöntemlerin denenmesi gibi pek çok faaliyeti de yerine getirebilecek ortamı bulabilecektir. Kendimde bir lisans mezunu konservatör olarak yıllar içindeki çeşitli pratiklerden hareketle korumacı tanımının sektörün (tarihi eserler, anıtlar, kazılar, müzeler, şantiyeler vb.) her açıdan ihtiyacı olan ve lisans eğitimine karşılık gelen bir kimlik olduğunu söyleyebilirim. Bu şekilde ayırınca sorunlar yumağının da yavaşça çözüldüğü görülecektir.
Devletteki tanımı açısından bakacak olursak Personel Dairesi, tarihi eserlerin restorasyon ve konservasyon çalışmalarını yapabilecek eleman ihtiyacını önceden belirlendiği gibi restoratör kadrolarıyla istihdam etmektedir. Doğal olarak özlük haklarının iki yıllık mezunlar temel alınarak belirlendiği restoratör kadrosuna 2010 yılında doğru kadro karşılığı tanımlanmamış olan “korumacıların” çağrılmasıyla/atanmasıyla bir karışıklık da burada yaşandı ve sonrasında da devam etti (hatta konservatör kadrosu kaldırıldı). Hâlihazırda restoratörlerle aynı işi yapabilecekleri düşünülen korumacıların bu şekilde (istemeden olsa gerek) potansiyelleri daraltılıp özlük hakları, yetki ve hadleri bloke edilmiş oldu. Had (sınır) kelimesini özellikle kullanmak istedim. Korumacı kimliğiyle sahip olunan had ile hareket edildiğinde sizi restoratör olarak görmek isteyen çevrelerin (bu çevreler restoratörü de ayakkabı tamircisi olarak görmekte direnir maalesef) haddinizi aştığınızı düşünmesine sebep olmaktadır ve bir haksızlıkta burada kendini göstermektedir. Bu durum “korumacı” kimliğini benimseyememişler tarafından bile yaşatıldığından korumacı sorumluluğuyla hareket eden mezunların düşman ilan edildiği vakalara bile şahit olunmaktadır. Ayrıca “ben korumacıyım ve bu açmada bu kadar işçi çalışmamalı, alan trafiği kontrol edilmeli”, ya da “bir sezonda bu kadar fazla eser çıkarılmamalı, konservasyon için bu süreler yetersiz”, “bu alana ziyaretçi alınmamalı” veya “vitrin şartları, ısı, ışık ve nem değerleri şu şekilde olmak zorunda” “koruma bilincini geliştirmeliyiz, mesleki bilgiyi yaymalıyız” gibi korumacı refleksiyle söylenen sözler restoratör kimliğinizden dolayı dikkate alınmadığından yaptırıcı bir fonksiyonu da olmuyor ve karşınızdakiyle gereksiz yere sorun yaşamanıza neden oluyor. Söz konusu tarihi eser olunca restoratör-konservatörler de tabi ki korumacı vizyonuyla hareket etmektedir ancak burada lisans eğitiminin hakkını teslim ederek kadro karşılıklarının en doğru şekilde tanımlanabilmesi için korumacıların yükleniciliğinde iş birliği ile çalışmaların ele alınması daha yerinde olacaktır. Bazı arkeolojik kazılarda bu modelin eğitime hürmeten (abi,abla-kardeş hukukuyla) oluştuğunu görüyoruz. Böyle olduğu zaman nasıl ki bir işletmede herkesin mühendis ya da teknisyen olmadığı gibi kazı, müze, şantiye ya da bölge laboratuvarlarında 2 ve 4 yıllık bölüm mezunlarının sorumlulukları dâhilinde adil oranlarda çalıştırılması daha hakkaniyetli ve verimlilik açısından en ideali olacaktır. Buradaki mühendis tanımından korumacıların mühendislik görevini üstlendiği anlaşılmamalıdır. Daha öncede belirtildiği gibi korumacılar; restoratör-konservatör ile kimya mühendisliği, arkeoloji veya müzecilik gibi ilgili disiplinler arasında köprü vazifesi de görerek ortak çalışmalarla kültürel mirasın korunmasında etkin rol üstlenebilecektir. Bu rolü haddini aşarak gösteren restoratör tanımlı korumacılar da daha fazla yıpratılmayacaktır.
Lisans mezunlarına atfedilmesini gerekli gördüğüm korumacı tanımının Gazi Üniversitesi Kültür Varlıklarını Koruma ve Onarım Bölümü’nde benimsenen bir kimlik olarak öğrencilere verilmeye çalışıldığını öğretim üyelerinden Prof. Dr. Selçuk ŞENER ile bir sohbetimizde öğrenmiştim. Bunun böyle olması gerektiği “aklın yolu birdir” dercesine ortadayken restorasyon-konservasyon alanındaki tüm bölüm başkanlıkları ile birlikte meslek tanımlarının doğru belirlenmesi, eğitim müfredatlarının bu tanımlara göre yapılandırılması ve hatta devlette ve özel sektörde kadro karşılıkları olarak yerini alması için nelerin yapılabileceğini tartışabileceğimiz bir çalıştayın hazırlıklarına başlandı. Çalıştayın nerede ve ne zaman yapılacağı ile ilgili bilgileri ilerleyen günlerde bu köşemden takip edebilirsiniz.
Bir haber de geçtiğimiz ekim ayında gerçekleştirilen Seramik Eserler Çalıştayı ile ilgili paylaşmak istiyorum. Çalıştay bildiri kitabının bir eksikle tüm yazıları yayına hazırlanmakta olup eylül ayında basılması planlanmaktadır. Bu sayede seramik eserler ile ilgili başucu kitabı niteliğinde bir yayının camiamıza kazandırılmasında emek veren herkese çok teşekkür ederim.
Peki bizim Eser Doktoru’na ne olacak derseniz şunu söylemek lazım. Eserler hasta, bizler de doktor isek hastalıkla kim ilgilenecek? Eser doktorunu referans alırsak önlisans mezunları eser doktoru, lisans mezunları eser doktoru+pataloji uzmanı, lisansüstü mezunları (eser doktoru)+pataloji bilimci ya da malzeme bilimci dersek bıçak sırtı bu konuda daha fazla kafa yormayıp tatlıya bağlar ve işlerimize odaklanabilir miyiz? bilemiyorum, bir süre daha üzerinde hep beraber düşünmemiz gerekiyor sanırım. Yorumlarınızla şekillendirmeye çalışalım.
Bir sonraki makalede; önlük giymeden de konservatör olunabileceğini “Yeni başlayanlar İçin Konservasyon” başlıklı yazımda okuyabilirsiniz. Sağlıcakla kalın..
Kıssadan Hisse
Efes’te Apel isimli bir ressam yaşarmış. Büyük İskender’in resimlerini yapmakla şöhret bulan Apel’in en büyük özelliği yaptığı resimleri halka açması ve gizlendiği bir perdenin arkasından onların tenkitlerini dinleyip hoşa gidecek yeni resimler için fikir geliştirmesi imiş.
Günlerden birinde bir ayakkabı tamircisi Apel’in resimlerinden birini tepeden tırnağa süzüp tenkide başlamış. Önce resimdeki çizmeler üzerinde görüşlerini bildirip, kunduracılık açısından tenkitlerini sıralamış. Apel bunları dinleyip gerekli notları almış. Ancak bir müddet sonra adam resmin üst kısımlarını da eleştirmeye ve hatta teknik yönden, sanat açısından, renklerin kontrastı ve gölgelerin derecesi üzerine de ileri geri konuşmaya başlayınca Apel perdenin arkasından bağırmış:
– Efendi, haddini bil; çizmeden yukarı çıkma..!